1 Nisan 2015 Çarşamba

Job is Job



Bir çocuğun yaşam mücadelesi okula ilk adımını attığında karşısına çıkan derslerle başlar.çocuğun şımartılmış , nazlı, ailesinden ibaret hayatı okula gelince terbiye edilir, tamamen farklı bir ortama girer, karşısında yeni insanlar, yeni davranışlar, yeni amaçlar ..
 Çevredeki farklılıkları gördükçe her  yönden  etkilenme , keşfettikçe özenme, isteme hedefler belirleme kısacası hayal kurma…O dönemlerin en meşhur sorusu büyüyünce ne olacaksın? erkekler futbolcu, polis, doktor olmak kızlarsa kızlara sormak lazım sanırım artis şarkıcı  vs olmak ister.Ben ne olmak isterdim? düşündüğüm zaman aklıma öğretmenlerime bilim adamı olmak istediğimi söylediğim geliyor aynı zamanda bilim adamı nasıl olunur diye de düşünürdüm , bunu neden derdim  ağır çekingen bir halimiz vardı ondan olsa gerek, aslında hep futbolcu olmak istemiştim ki hala bu konuda hayal kurmuyor değilim.Bu yazıyı okuyanın aklına gelecektir bunu yazan bir şey olmuş ki böyle artis artis konuşuyor ne oldum ki ben?  hala kabullenmeye çalıştığım bir meslekle uğraşıyorum yurdumun en uç köşelerinden birinde garibanlara matematik öğretmeye çalışıyorum.Severek yaptığımı söylesem yalan olur ama tamamen sevmiyor desem öğrencilerle geçirdiğim öğretmen arkadaşlarla geçirdiğim güzel zamanlara haksızlık yapmış olurum. İnsan büyüdükçe hayalleri küçülüyor önemli olan bu süreci en az hayal kırıklığı ile atlatmak . Başka bir alternatif bulamamak , tembellik , rahatlık , kazanılan para insanı yaptığı mesleğe kitliyor o noktadan sonra değişim çok zorlaşıyor.Değiştirmek , değişmek ,değişim için gerekli cesaret bulunmuyor sanki orda bir köy var uzakta havasında...Değişimi sağlamak için ne yaptığını bilip coşkuyla hareket etmek olmazsa olmaz.Bu kararlılığa sahip kişiler kendi çapında başarılı sayılır bundan yoksun herkes başarısızdır.
İnsanın işi hayatıdır. Tüm vaktini o işe harcayıp onla boğuşmak inkar edeni bile ithal eder. Ortada kalınmışsa yapılacak şey keyif almaya çalışmak aksi halde dünya olmuş bir zindan.. Uzun lafın kısası , iş iştir deyip takılmak lazım..

                                                                                                                                                                            FvG

2 Mart 2015 Pazartesi

Asker Olmak



              Bir uzay gemisi dolusu yeşil uzaylı düşünün.Uzay gemileriyle turlarken kaza yapıp saçma bir gezegene düşmüş olsunlar. Sürekli bu yeni gezegenden bahsediyorlar. Bu gezegendeki yemeklerin kötülüğünden, gezegenlerindeki köftenin güzelliğinden, yatakların rahatsızlığından, bu yeni gezegenin zemininde yürümenin ne kadar can acıttığından, kaç gündür yıkanamadıklarından bahsediyorlar. 
             Kendi gezegenlerinin bambaşka yerlerinden gelip bu değişik ortamda zoraki bir birliktelik yaşayan bu uzaylılar aynı afeti paylaşmanın rahatlığıyla sürekli sohbet ediyorlar. Sanki az evvel deprem olmuş da dışarı kaçışmış gibiler. Kendi gezegenlerinde sizli bizli konuşurken, medeni bir şekilde tanışıp el sıkışırken burada lafa “la bu botlar da” diye başlıyor, saatlerce yeni gezegende giymek zorunda oldukları ayakkabılardan bahsediyorlar. 
             Bu zoraki misafirliğin belli bir evresinde kendilerinden bu yeni gezegen ile ilgili bir söz vermeleri isteniyor. Söz verdikten sonra düştükleri gezegenin başka bir yerine naklediliyorlar. 
Verdikleri söz aşağı yukarı şöyle: “Burayı en çok ben seviyorum, bu yüzden burası için öleceğim. En çok ben öleceğim. Koşa koşa ölüme gideceğim hem de bundan mutlu olacağım. Ölüme koşarak giderken o kadar mutlu olacağım ki beni öldürmeye gelenler beni manyak zannedecekler.Çünkü burayı sevmenin tek yolu kahkaha atarak ölüme koşmak” 
İşte böyle.

Alıntı (devrem ersin p.)

28 Ekim 2013 Pazartesi

orda başladı bitti şu garibin öyküsü..

     Şarkılarda kitaplarda karşıma çıkan malabadi köprüsüne  yolum düştü geçenlerde .. iki üç ilkokul lise talebesi karşıladı bizi hoşgeldiniz agbi , tarihini anlatayım mı agbi şarkısını söyleyeyim mi agbi diyerek ilgimizi çekmeye çalıştılar ki başarılıda oldular.. şarkıyı,hikayeyi dinlediğimde asırlardır kullanılan heybetli köprü bir dert yuvası ..köprünün yapılması bir aşk hikayesi , köprü ismini sevdiği kız boğulunca köprüyü yapan Bad'dan alır. Bad, nehrin karşı kıyısında yaşayan bir kıza aşıktır. Nehrin üzerinde köprü yoktur, Bad sevdiği kıza ulaşamaz. Her ikisi sadece nehrin kıyısından karşı karşıya konuşurlar. Kız bir gün, Bad’ın yanına gitmeye çalışır fakat daha karşı tarafa ulaşamadan suya kapılır. Genç Bad, tüm aramalarına rağmen sevdiği kızı bulamaz.
     Bad, o dönem Silvan beyi Meya Farqin’in yanına gider ve “Sevdiğim kız yanıma gelmeye çalışırken suya kapılıp boğuldu. Gelin burada bir köprü yapalım, insanlar rahatça geçebilsinler,sevdiklerine kavuşabilsinler” der.
     Silvan beyinin adamları köprüyü yarıya kadar yapar ancak köprünün kemer açıklığı İstanbul’daki Ayasofya Camisi’nin kubbesinden daha büyük olur. Bad’ı yanına çağıran bey, köprünün kalan yarsını yapıp yapamayacağını sorar. Yapabileceğini söyleyen Bad, beye şu şartı koşar; “Köprünün kalan yarısını tamamlarsam, senin sağ elini bilek hizasından keseceğim.” Aynı şekilde Silvan beyi de Bad’a köprüyü tamamlayamazsa sağ kolunu keseceğini söyler.
    Her ikisi şartları kabul eder ve Bad köprünün kalan yarısını yapmak için kolları sıvar. Bad köprünün kalan yarısını tamamlar ve beyin sağ kolunu bilekten keser. Ve köprüye,  ‘mal’ (ev) ve Bad ismini birleştirerek ‘Malabadi’ adı verilir. Bad’ın evi anlamına gelen Köprünün ortasındaki kesik el figürünün ise iddiayı kaybeden beyin kesilen elini sembol ettiği söylenir.

    Herkesin bildiği türkünün hikayeside Xerib ile Fatma'nın aşkıdır.Karşı köyden bir güzele sevdalanan Xerib, Fatma’yı görmek için her gün Malabadi köprüsüne gider. Bir süre sonra Xerib, kızı istemeye gider. Fakat Fatma'nın babası iki sevdalının kavuşmasına izin vermez. Ancak sevdalıların köprüdeki buluşmaları gizlice sürer.Bir gün Fatma’nın babası durumu fark eder ve gece yarısı köprüde sevdalılara pusu kurar. Silahlar ateşlenir; köprü ortasında iki sevdalı öldürülür. Bu aşkta Malabadi Köprüsü türküsünü doğurur..Köprüyü geçince bir of da biz çektik :) off garibim off :)

26 Haziran 2013 Çarşamba

Sevmeyi Öğrenmek

             Hem manevi yasamın bir hedefi hem de iç huzurun gerektirdigi en onemli sey kosulsuz sevmeyi ogrenmektir. Ne var ki kim olursa olsun bir insanı kosulsuz sevmek zordur. Sevmeye gayret ettigimiz kisi eninde sonunda yanlıs bir sey soyler veya, bir sekilde ondan istedigimiz gibi davranmaz. O zamanda biz sinirlenip, sevgimizi kosullara  baglarız. “Seni sevecegim ama degismen gerekiyor, benim istedigim gibi davranman” gerekiyor gibi.

Bazı insanlar evlerinde besledikleri hayvanları insanlardan daha cok severler. Fakat evdeki hayvanı da kosulsuz sevmek mumkun degildir. Ornegin kopegimiz gecenin bir saatinde bir havlamayla bizi uyandırırsa herhalde onu sevmemiz pek mumkun olmaz.

Oysa bir bitkiyi oldugu gibi sevmek kolaydır. Ornegin bir cicek. Guzeldir ve bize hic bir zararı yoktur. Sanki kosulsuz sevmeyi bize ogretmek icin yaratılmıstır. Bir cicegi severken hic bir zaman sinirlenmez ve telesa kapılmayız. Ciceklerle veya bitkilerle kosulsuz sevmeyi ogrenebiliriz. Bir de bakmısız ki herseyi kosulsuz sevmek alıskanlık haline gelmis. Ne guzel bir alıskanlık degil mi?

2 Şubat 2013 Cumartesi



beynimdeki tümör
neyseki
iyi niyetli tümörmüş
öle derler ya..
ur cıkar beyinde
bazıları cogalır
bazıları da
sadece vardır
almak gerekir..
aldık da
ama bu ur hainlik yapmıs kalbe de girmiş onun tedavisini bilen yok..

(rftdnç)

26 Ocak 2013 Cumartesi


Bir gün girdi araya. Bir gece girdi. Tatsız tuzsuz yemekler, büyüsü kaçmış bir fincan kahve, uyanış anından korkuları huzursuz bir uyku girdi. Karanlık geldi, kalbimin üzerine oturdu. Karanlıktan çok korktum. Korku indi kalbimin üzerine, kalbimin içine oturdu. En çok da onda gördüğümün, benim onda görme kabiliyetim kadar olduğunu farkettiğimde korktum. Ölüm başlamıştı ya, yorumlanması için gerekli işaretleri tersine çevrilmiş bir rüyada ya da kırk yıllık aşina vazoda solmuş bir çiçek gibi gözden mi düştüm, bunu bilebilseydim. O ki asıl acı olan, hiç gözde oldum mu, bunu bilemedim.
Onun düşüneceğini zannetmiş olduğum şeylerin hiçbirisini düşünmemiş olduğunu dehşetle farkettim. Dehşetle, çünkü bunun hep de böyle olmuş olduğu anlamına geliyordu. Ve böylece geçmişle gelecek bir arada yitiyordu. Aşkın başlangıcını geçmişimin hükümsüzlüğü olarak yorumlayıp ona öyle bağlanmıştım. Onu yitirişimin de geçmişimin yitmesinden ibaret olacağını o zaman hesaba katmamışım.
En acısı da şu oluyordu ki, ondaki karanlık gibi bendeki bulanığın da adını bir kez koyunca ve dönüp geriye bakınca. Merdiveni olmayan kuyulara aslında çok önceden düşmüş olduğumu görüyordum. Bunu en çok da, okumayı her istediğimde onun benden esirgediği defterler aklıma geldikçe görüyordum. Ve bu, artık bulanmaktan çok suyun mahiyetinin bozulması oluyordu. Bulanan sular neden sonra durulurdu hiç olmazsa, benimse bulanıklığım cinnete bakıyordu bir yanıyla, ben durulmuyordum.
En fazla da bana böyle bir duruş noktası sağladığı için içerledim ona. Aşksa, nasıl bir bakış noktasında duruyordu ki bendeki bu bulanmaya izin veriyordu? Böyle bir noktada durmama izin verdiği için hızlandı uçurumum. Onu önce böyle karanlık kuyulara düşmeme izin verdiği için, isteseydi düşürmezdi, sonra beni o dipsiz kuyulardan çıkarmak için hiçbir çaba sarf etmediği için, isteseydi çıkarırdı, içimde çok parçalara ayırdım. İçinde kıvrandığım karanlığa yol açtığı için değil, her karanlık bir öncekinin son-ucu bir sonrakinin sebebi olduğu için suçladım onu. Bu yüzden silsile silsile uzandı önümde barikatler. Aşamadım.
Ben, kesintisiz acının ikinci gününde acıdan öte bir oluşla yok olup dururken. Nihadeyse koku kazanlarının, bahçedeki fidanların, dükkandaki rafların arasında hiçbir şey olmamış gibi yaşıyordu. Bütün bu olanları nasıl taşıyordu?
Olan benim içimde olmuştu. Değil mi ki o, boşluğa bir isim üflerken şuursuzdu. Nihade içimde dönüp duran halleri bilseydi böyle gaflette olmazdı kuşkusuz. Bana ne yaptığını ihtimal ki hiç anlamadı. Anlamadığı için suçsuzdu. Ama anlamadığı için yine de o suçluydu. Onu götüren kalbimin taşıyıcılığını biliyor idiyse de bilmiyor idiyse de suçluydu. Ve onun mahiyetiyle seyri arasında düştüğüm derin uçurumda, fikrimle felaket kalbimle aşkken, aradığım denizler bulduğum denizler karşısında yoruldu. Bu yüzden ilk kabahatin sahibi ölümcül sorumluydu. Belki aşk hiç suçlamamanın adıydı. Bunu da ben başaramadım. Çünkü ben azgın denizlerin dalgalarına kapılan toprak parçaları gibi aklın istilasına uğradım.
Akletmenin yaman istilasına uğradım ben. Aşkı kalbimle değil aklımla onaylamanın telaşına düştüm ben. Oysa kalbin tafsilatı ancak kalp olduğunda sükunet var. Kalbin tafsilatı fikr olunca muamma. Kalbin fikri ikna edemediği yerin adı nifak. Fikrin terazisine düşen aşkın yekünunda kopan kıyametin bir benden nasıl menzil bulduğuna en yakın tanık tutuldum ben. Fikrin ve muammanın ayrıntısına böyle düşüverdim. Aşkı taşıyan her kalbin muhkem olduğunu zannediyordum oysa. Meğer aşk indiği kalbi ihya ediyordu ya, ihya edemezse yok ediyordu. Kazasız belasız kurtulmanın imkanı yoktu.
İçimdeki aşka rağmen, aklımla aşkın iflasına tanık olmamla yittim ben. Bir yanımla yitik bir aşk, bir yanımla hala tüten bir tütsüydü kalbim. Biri aşkta biri şüphede direnen iki kişiydim ben.
Oysa aşkın kaldıramayacağı tek yükün, aklın çocuğu olan şüphe olduğunu çok iyi biliyordum. Ama kendini göremeyen göz gibi, aklın güvenilmez terazisine düşünce bir daha aşkın katıksız sevincine geri dönemedim. Oysa fazla değil, varlığında duyduğum sevinç ile yokluğunda duyduğum acıdan ibaret bir aşkım olsun istiyordum sadece. Bu kadar sadeydi istediğim. Başka bir şey istemiyordum.
Ama akıl şüpheyi, şüphe vehmi, vehim vesveseyi doğurup duruyordu. Kalp değişkendi, tutarsızdı, fikir müdahale edip duruyordu. Kapı bir kez açılmaya görsündü, önünü almanın artık imkanı yoktu. Bir karanlığın bütün aydınlıkları yutması gibi, vehim de tüm söylenenleri yutuyordu. İşin en acısı doğru olanları da yutuyordu.
Ve bütün bunları, sınırsız doğurganlığıyla kelam doğurup duruyordu.

nazan bekiroğlu - isimle ateş arasında