Bir gün girdi araya. Bir gece girdi. Tatsız tuzsuz yemekler, büyüsü kaçmış bir fincan kahve, uyanış anından korkuları huzursuz bir uyku girdi. Karanlık geldi, kalbimin üzerine oturdu. Karanlıktan çok korktum. Korku indi kalbimin üzerine, kalbimin içine oturdu. En çok da onda gördüğümün, benim onda görme kabiliyetim kadar olduğunu farkettiğimde korktum. Ölüm başlamıştı ya, yorumlanması için gerekli işaretleri tersine çevrilmiş bir rüyada ya da kırk yıllık aşina vazoda solmuş bir çiçek gibi gözden mi düştüm, bunu bilebilseydim. O ki asıl acı olan, hiç gözde oldum mu, bunu bilemedim.
Onun düşüneceğini zannetmiş olduğum şeylerin hiçbirisini düşünmemiş olduğunu dehşetle farkettim. Dehşetle, çünkü bunun hep de böyle olmuş olduğu anlamına geliyordu. Ve böylece geçmişle gelecek bir arada yitiyordu. Aşkın başlangıcını geçmişimin hükümsüzlüğü olarak yorumlayıp ona öyle bağlanmıştım. Onu yitirişimin de geçmişimin yitmesinden ibaret olacağını o zaman hesaba katmamışım.
En acısı da şu oluyordu ki, ondaki karanlık gibi bendeki bulanığın da adını bir kez koyunca ve dönüp geriye bakınca. Merdiveni olmayan kuyulara aslında çok önceden düşmüş olduğumu görüyordum. Bunu en çok da, okumayı her istediğimde onun benden esirgediği defterler aklıma geldikçe görüyordum. Ve bu, artık bulanmaktan çok suyun mahiyetinin bozulması oluyordu. Bulanan sular neden sonra durulurdu hiç olmazsa, benimse bulanıklığım cinnete bakıyordu bir yanıyla, ben durulmuyordum.
En fazla da bana böyle bir duruş noktası sağladığı için içerledim ona. Aşksa, nasıl bir bakış noktasında duruyordu ki bendeki bu bulanmaya izin veriyordu? Böyle bir noktada durmama izin verdiği için hızlandı uçurumum. Onu önce böyle karanlık kuyulara düşmeme izin verdiği için, isteseydi düşürmezdi, sonra beni o dipsiz kuyulardan çıkarmak için hiçbir çaba sarf etmediği için, isteseydi çıkarırdı, içimde çok parçalara ayırdım. İçinde kıvrandığım karanlığa yol açtığı için değil, her karanlık bir öncekinin son-ucu bir sonrakinin sebebi olduğu için suçladım onu. Bu yüzden silsile silsile uzandı önümde barikatler. Aşamadım.
Ben, kesintisiz acının ikinci gününde acıdan öte bir oluşla yok olup dururken. Nihadeyse koku kazanlarının, bahçedeki fidanların, dükkandaki rafların arasında hiçbir şey olmamış gibi yaşıyordu. Bütün bu olanları nasıl taşıyordu?
Olan benim içimde olmuştu. Değil mi ki o, boşluğa bir isim üflerken şuursuzdu. Nihade içimde dönüp duran halleri bilseydi böyle gaflette olmazdı kuşkusuz. Bana ne yaptığını ihtimal ki hiç anlamadı. Anlamadığı için suçsuzdu. Ama anlamadığı için yine de o suçluydu. Onu götüren kalbimin taşıyıcılığını biliyor idiyse de bilmiyor idiyse de suçluydu. Ve onun mahiyetiyle seyri arasında düştüğüm derin uçurumda, fikrimle felaket kalbimle aşkken, aradığım denizler bulduğum denizler karşısında yoruldu. Bu yüzden ilk kabahatin sahibi ölümcül sorumluydu. Belki aşk hiç suçlamamanın adıydı. Bunu da ben başaramadım. Çünkü ben azgın denizlerin dalgalarına kapılan toprak parçaları gibi aklın istilasına uğradım.
Akletmenin yaman istilasına uğradım ben. Aşkı kalbimle değil aklımla onaylamanın telaşına düştüm ben. Oysa kalbin tafsilatı ancak kalp olduğunda sükunet var. Kalbin tafsilatı fikr olunca muamma. Kalbin fikri ikna edemediği yerin adı nifak. Fikrin terazisine düşen aşkın yekünunda kopan kıyametin bir benden nasıl menzil bulduğuna en yakın tanık tutuldum ben. Fikrin ve muammanın ayrıntısına böyle düşüverdim. Aşkı taşıyan her kalbin muhkem olduğunu zannediyordum oysa. Meğer aşk indiği kalbi ihya ediyordu ya, ihya edemezse yok ediyordu. Kazasız belasız kurtulmanın imkanı yoktu.
İçimdeki aşka rağmen, aklımla aşkın iflasına tanık olmamla yittim ben. Bir yanımla yitik bir aşk, bir yanımla hala tüten bir tütsüydü kalbim. Biri aşkta biri şüphede direnen iki kişiydim ben.
Oysa aşkın kaldıramayacağı tek yükün, aklın çocuğu olan şüphe olduğunu çok iyi biliyordum. Ama kendini göremeyen göz gibi, aklın güvenilmez terazisine düşünce bir daha aşkın katıksız sevincine geri dönemedim. Oysa fazla değil, varlığında duyduğum sevinç ile yokluğunda duyduğum acıdan ibaret bir aşkım olsun istiyordum sadece. Bu kadar sadeydi istediğim. Başka bir şey istemiyordum.
Ama akıl şüpheyi, şüphe vehmi, vehim vesveseyi doğurup duruyordu. Kalp değişkendi, tutarsızdı, fikir müdahale edip duruyordu. Kapı bir kez açılmaya görsündü, önünü almanın artık imkanı yoktu. Bir karanlığın bütün aydınlıkları yutması gibi, vehim de tüm söylenenleri yutuyordu. İşin en acısı doğru olanları da yutuyordu.
Ve bütün bunları, sınırsız doğurganlığıyla kelam doğurup duruyordu.
nazan bekiroğlu - isimle ateş arasında